29 Nisan 2014 Salı

kayıp yolcuların günlüğü*



Önüne hiç bakmadan yürüyorsan hala
Şimdi ki zamana gelememişsen daha
Cümleler, beyninin duvarlarına yapışmış ölü sinekler gibiyse
Beklentilerinden aldığın yaraların, hayallerinin kanatlarını kırmışsa
Çok geç kalmış olduğunun farkına dinlenmek için durduğunda varmışsan
İnsan olmanın bütün yükünü taşımış
Bu cezayı gereğinden fazla çekmişsen

Durma bulutların dansına katıl
Kuşların şarkısına kulak ver
Durma ağaçlarla büyü
Mevsimlerle yeniden diril

Adımların hep istemediğin yöneyse
Ruhun emirlere köleyse
Bu sen değilsin diye fısıltılar duymaya başladıysan
Anlamını bilmediğin sorularla başbaşaysan
Artık uzaklardan ve sahil kasabalarından umudunu kestiysen
Zamanın içinden çıkmanın bir yolu bulmaya ne dersin
Artık zincirleri kırma vakti

Durma bulutlarla resim yapma sırası sende artık
Kuşlar senin söylediğin şarkılara eşlik edecek
Durma senin ağaçların senin verdiğin sularla büyüyecek
Mevsimler dönüp dolaşıp hep sana gelecek

Durma bulutların dansına katıl
Kuşların şarkısına kulak ver
Durma ağaçlarla büyü
Mevsimlerle yeniden diril





26 Nisan 2014 Cumartesi

hayatın dinamiklerine aykırı hayaller*


Meydandaki iş hanlarından birinde
Biraz yüksek bir kafeye çıksak seninle
Manzara bir otel çarşafı gibi serilse önümüze
Oturup insanlardan konuşsak
Onları anlıyormuş gibi yapıp yanlarından geçip gittiğimiz anlardan
Söz dönüp dolaşıp bir türlü bize gelmese
Söz kaybolsa, havada asılı kalsa söz bitse

İkimizde hissetsek bunu
Nasıl söylesem dediklerimiz beynimizde dolanıp dursa
Bir fikir bulamasak
Boş boş manzaraya baksak
Keşke keşke biraz daha yüzsüzlüğe vursa birimiz
Utancımızı bile paylaşsak
Anlatsak anlatsak

Sahi ne güzel olurdu koşmak
O meydandaki kalabalığın arasında
Çarpıp geçsek insanlara özürler havada uçuşsa
Bu senaryo eski ucuz bir numara
Her aşk filminde rastlarsın buna
Ama hiç gerçekte görmedim
Ne dersin?










21 Nisan 2014 Pazartesi

başka bir dünya*

başka bir dünya var dışarıda
iki sıcak kahve bir bakış arasında
kuşlar kanatlarından şikayetçi
insanlar, acıdan ders almayan kalplerinden
ikisi de biliyor uçmakta güzel, acının tadı da

rüzgar öğle vakti hafiften esmeye başlarya hani
terli tenine değer dokunurcasına parmaklarıyla
ve sen bütün şikayetlerin yersiz olduğuna karar verirsin
söz verirsin kendine
dünyayı sevmek için

önce nerden başlasan bilemezsin
her yan anılarla dolu içini acıtan
bin parçaya bölünmüş bir bütün
ama havada kalmamalı sözün
kediler takılıyor gözüne
hep sevdin ve sevebilirsin yine




17 Nisan 2014 Perşembe

uzun zaman oldu madam*


Uzun zaman oldu Madam
Kirli dünya biraz daha kendine benzetti bizi
Biraz daha yalanlara boyadık söyleyeceklerimizi
Kime inat bilmeden kalbimize gömdük özlediklerimizi

Zehir bir kez girdi kanımıza Madam
Atlıkarıncanın üzerindeki çocuklar gibi
Olduğumuz yerde dönsek de
Sorsan bize dünyayı keşfe çıkmışız
Oysa bir çift gözdü dünyamız

Gözlerin, gözlerinde bir şeyler var Madam
Karamsarlığı umuda dönüştüren ışıklar saçıyor
Bütün yalanlar gerçek oluyor
Bütün hayaller hayat buluyor
Zaman beceriksiz bir tamircinin ellerinde kalıyor

Günler kısalıyor geceler uzuyor Madam
Daha çok soluk alıp verirken,
kalp atışlarım yavaşlıyor
Bütün dünya tanıdık gelirken,
seninle yürüdüğümüz sokaklar yabancılaşıyor
Ayrılık canımı acıtıyor

Henüz ağlamadıysan dönsen Madam
Gözyaşlarımızda karışabilir birbirine
Sonunu bir türlü getiremediğimiz cümlelerimizde
O kadarına her dinde var müsaade
Yani pek zararımız dokunmaz dünyaya
Umrumuzda olmayan, umrunda olmadıklarımıza






16 Nisan 2014 Çarşamba

Hesaplaşma*

Kelebekler kozalarında ölüyor
Senin yüzün asık
yağmurlar eskisi gibi yağmıyor
Dünya çekilmezliğin sınırlarını zorluyor

Su koyuyorum ocağa
Buharlaşıp kayboluyor
Ruhum etimi yumrukluyor
Acının tadına bakıyorum
Acıdan ve 98 santigrattan nefret ediyorum

Tam şuanda dizlerimin üzerinde
Zamana hayret ediyorum
Geçmişimi istiyorum
Güzel bir gelecek yerine

Ah belkide keskin bir sirkeyim sadece
Damarlarım kalbime hiç ulaşmadı belkide
Bütün unuttuklarım nasıl yığıldıysa önüme
Bende satın alıyorum şimdi
Geçmişimi geleceğimle

12 Nisan 2014 Cumartesi

Yabancı düşlerin kaybedeni*

Bütün her şeyi geçip giderken koşar adım
Acının yönünü şaşırması için yaparken elinden gelini
Düştükçe, kaldırım taşlarına çarpıp parçalanan dizlerine aldırmadan
Aklının takılı kaldığı, ipleri kopan uçurtmaları düşünmeden bir süre
Kaçıp gitmek en uzağa

Soğuk bardaklara doldurulmuş sıcacık çayları içerken
Akşam haberleri de içini karatmışken üstelik
Eski gazetelerin altına doldurulduğu kanepelerde otururken
Birden olur her şey, birden bir tren raylardan çıkar
Bir jilet etine değer, kanında rastlarsın ona

Kaçmak çare değil anlarsın
Anlarsın senden geriye kalan bir o var
Bir ona sarılıp uyuyabilirsin bu saatten sonra
Bir onun için karşı çıkarsın dünyaya
Bir tek onun kırdıklarını düzeltebilir kalbin
Anlarsın

Anlarsın bir akşamüzeri boş bulunmuşken
Henüz ağlayan bir kadın karşısında çaresiz kalmışken
Geceleri sıcaklığın sıfırın altına düştüğünden hiç haberin yokken
Aslında mevsimlerden yaz aylardan ağustosken
Anlarsın aşkın insanın içini falan ısıtmadığını
Baştan ayağa buz kestiğinde anlarsın

8 Nisan 2014 Salı

gece nöbeti*

   Evinin bahçesinden öylece sebepsiz kaçmış kediler gibi dolanıyorum sokakta. Amaçsızım. Bunun farkına vardıkça içimi önce bir sıkıntı sonra tarif edilmez bir huzur kaplıyor. Bana verilmiş bir ömür istediğim gibi kullanmak hakkım diyorum, kestirip atıyorum sesini çıkaramıyor içimdeki cüceler.
  
  İnsanların hızına oldum olası yetişmekte güçlük çekiyorum. Çoğu zaman yetişemiyorum onlarda arkalarına bakmıyor. Bazı şeyleri anlamak için feda edilmesi gerekenler anlayacağıma değmiyor, çok sonra anlıyorum çok zaman pişman oluyorum. unutmak fiiline bu kadar derin anlamı yükleyen bir zihne sahip olduğum için, o anlama katkıda bulunan yüzlerce film, yüzlerce kitap olduğu için -sağlam bir kale sayılır uykusuz geçiriyorum bazı geceleri.  kahvemde şekeri azaltıyorum artık. Günden güne hayattan daha fazla tat almayı bekliyorum mucizelere tanıklık etmek istemiyorum onları yaşamak istiyorum. Ah Tanrım fazla mı sessiz konuşuyorum? fazla mı uzaktayım sana? beni önce affet Tanrım sonra bir mucize her türlüsü kabul. Bir tırtıl kozasının içince yaşamaya bile razıyım ama mucize tırtılın kelebek olması değil mi Tanrım. Fazlaca istekte bulunuyorum işte böyle geceleri. Bozuk plak gibi kendini tekrarlayıp duran sarhoşlara benziyorum, keşke onlar gibi umarsızca güle bilsemde. sarhoşken mutluysa insan sorun dünya değil, biraz diğer insanlarda ve hepimiz o diğeriz aslında. cümlenin sonu dünyayı değiştirmeye kendinden başlamalı insan diye bitmeli türkçenin test sorularına göre. Hayatın çoktan seçmeli ihtimalleri sadece o kağıtlarda rastladı bana diğer hepsi tokat gibi indi suratıma. Yeni biçilmiş yemyeşil bahçeler gibi sevimliliğimi yitirip bütün gizlediklerimi açığa çıkardım öyle anlarda. insanlar yakınlaşırken yakınlaşması da gerekirken -yakınlaşılan ben oluyorum ben daha da uzaklaştım. Dibe doğru bir yolculuğa başlamıştım her gün daha da emin oluyordum buna. Yakamdan tutup "bu senin hayatın söylediklerini unutma" diyecek birini arıyordum, belki de mucizenin ta kendisini ama hiç gücüm yoktu.
  
  Hazırlıksız yakalanmıştım ben dünyaya, hayvanat bahçesinde doğan zebra kadar. Çıkıp koşmak isteyemiyordum, bilmiyordum koşmak nedir dünyanın sonunu bulmaya niyetlenmişcesine. Ama içimde bir şeyler her zaman hareket halindeydi, bana beni hatırlatmak için. İşe yaramadı. Daha da güçlü yaptı bu beni, ona karşı. Kulağıma fısıldayan şeytan adını verdim içimdeki o sese. Aldırış etmedi bende şeytana uymadım. Rezil hayatımda ziyan olmaktayım. İpini koparmış bir uçurtma olmaktı niyetim oysa mevsimsel göçlere aldırmayan kendini başına bir albatros. Olmadı. Aslında hala kendi başımayım, ellerimden bağlanıp olduğum yere çivilendiğimi saymazsak.
   
   Siz siz olun içinizdeki sese kulak verin. İçinizdeki şeytan sizden cesur, sizden cüretkar, sizden umutlu. sizden akıllı ve asla sizden umudunu kesmez. En önemlisi oda sizsiniz ikizinizi tanıyın. Çok uyuyun, az konuşun; çok okuyun, az yorum yapın; çok aşık olun, az vazgeçin ve tavsiyelerime uyun. Dünyanın size oynadığı oyunu bozun. Kendi ayrı dünyanıza çıkın yani su akar siz yolunuzu bulun....


2 Nisan 2014 Çarşamba

ölüm ve aşkın yolunun kesiştiği anlar*

  
Bülent sigarasını çıkarmak için elini cebine attı daha paketle yeni temas etmişti ki bir el kolunu tuttuğu gibi kıvırıp sırtına yapıştırdı. bağırıp çağırmaya fırsat bile bulamadan çevik bir hareketle yüzünü kendine çevirdi henüz gizemini koruyan adam. görünce gözleri yerinden fırlamıştı üç ay önce onu terk eden elvanın babası asayiş şubede komiser kamil amcaydı. neden gelmişti bir türlü anlamıyordu üç ay olmuştu ve elvanın babası gelip yakasına şimdi yapışıyordu olacak iş değildi. yeni mi söyledi acaba düşündü olamazdı ayrılan elvan olmuştu ortada hiçbir neden yokken çekip giden çok masrafa sokmuştu Bülent git gel üç ay boyunca her akşam evle büfe arasında mekik dokumuştu dolaba alkol dışında hiçbir şey girmemişti gittiği o günden beri şimdi babası gelip benden hesap mı sormaya kalkacak diye düşündü gözlerine baktı kamil amcanın maviyle gri arasında bir renkteydi daha derinlerde ise öfke kol geziyordu.

  "nasıl kıydın lan nasıl sırf seni bırakıp gitti diye yapılır mı lan yapılır mı dünyada başkası yok mu lan nasıl kıydın kızıma şerefsiz herif" bağırıp çağırıyordu kamil amca Bülent şaşkınlıktan eriyen buz torbaları gibi duruyordu kamil amcanın kolları arasında konuşmaya çalıştı olmuyordu hiçbir şey anlamamıştı ama her şeyi anlamıştıda içinde bir kaç baraj kapağı açılmış bir kaç şehir yok olup gitmişti. kamil amca yorulmuş olmalı ki bıraktı onu yere yığıldı kollarının arasından kayıp giden Bülent kamil amca dizlerinin üzerine çökmüş sokağın ortasında hüngür ağlıyordu yoldan geçen bir çocuk oyuncağını bile uzattı görmedi gözleri buğulu camlar gibiydi ağlamaktan kör olmasına bir kaç dakika kalmıştı en fazla


  Bülent yavaş yavaş toparlandı böyle anlarda bütün kelimelerin keskin birer bıçak olduğunu biliyordu babası öldüğü zaman öğrenmişti ona haberi haber amcasının oğlunu hastanelik etmişti. 
  
    babası herkesi toplayıp o sabah ava gitmişti Bülent'e ısrar etmiş ama hiç oralı olmamıştı milan kunderayla tanışan bülent. onun için dünyanın en önemli olayı var olmanın dayanılmaz hafifliğiydi bu günlerde. yirmisine basmıştı bülent o yaz üniversite ikinci yılına hazırmış gibi görünmeye çalışıyordu boş işler müdürlülüğünün kendine en uygun meslek olduğunu düşünerek. aynı zamanda üniversiteden nefret etmek için otuz beş milyon neden adlı bir kitap üzerinde çalışıyordu ama ölünceye kadar anca bitireceğinin de farkındaydı. saat biri geçmiş öğlenin ağırlığını atlamamıştı bülent uykuya dalıp gitmişti yatağının üzerinde. uykuya dalalı on dakika olmuş yada olmamıştır kapı çalındı yavuz gelmişti nefes nefese ellerini dizlerine yaslamış duruyordu kapının önünde. bülent gözleri yarı açık tam karşıdaki evin penceresine bakıyordu saçları karışmış gözleri bu kadar kısıkken nasıl görebildiğini düşünüyordu. yavuz anlaşılan yolda gelirken yapacağı konuşmayla ilgili bir şey düşünmemişti -o kadar soğuk kanlı olmasını beklemekte yanlış olabilir tabi- 


  "baban" dedi birden ağızdan yanlışlıkla çıkmış bir kelime gibi sahipsiz kaldı önce havada sonra döndü bütün yüz hatlarına sızdı. bülent çoktan yakasına yapışmıştı yavuz'un "ne oldun lan babama ne oldu söylesene" diyerek silkeliyordu yavuzu karşı koymamasına işe şaşırmıştı her ortamda güç gösterilerine girişen yavuz boş bir çuval gibi sallanıyordu kollarının arasında. "memduh amcamı kaybettik abi her şey bir anda oldu" dedi ve betona düştü bülentin kolları arasından damarlarında ki kan buza dönüşmüştü sanki öylece kalmıştı bülent gözleri karşı evin penceresinde. "benim suçum benim suçum" diye sızlanmaya başladı yavuz yerde. ateşe tutulmuşta çözülmüş gibi birden ona döndü bülent "tabi senin suçun lan orospu çocuğu oturduğun yerde otursan her lafın arasına amca ne zaman ava gidiyoruz diye sokulmasan hiçbir şey olacağı yoktu" çoktan girişmişti yerde ki yavuza attığı tekmelerin haddi hesabı yoktu yavuzdan ah diye bir ses dahi çıkmamıştı suçunu biliyordu ve acısını hafifletecek kefaretini ödüyordu. bülent ağlayarak gelen annesini görünce bıraktı koştu ona sarıldı "ne oldu anne ne olmuş bu geri zekalı ne diyor" sorulara boğdu annesine. soruların hiçbirini duymadığına emindi annesinin bıraktı annesini bir tekme daha savurduğu eli yüzü kan içinde yerde yatan yavuza annesi kolundan çekti "ne yapıyorsun sen" diyerek dengesini kaybedip yere düştü ellerini soğuk betona verip kalktı "bu şerefsiz yüzünden oldu ne olduysa" deyip bahçe merdivenlerden inip koşmaya başladı elma ağaçlarından dökülen çürümüş elmalara bastıkça küfürler savurarak av için her zaman gittikleri yere doğru var gücüyle koşmaya devam etti az ilerde ambulans duruyordu yolun kenarında ölmüş olsa ambulans niye gelsin diye geçirdi içinden en kötü kurşun yarasıdır kolundan falan vurulmuştur diye düşündü ama geri zekalı yavuz kaybettik diyordu "kim doğruyu söyleyecek lan" diye bağırarak koşuyordu yaşlı bir armut ağacanın olduğu burunu dönünce kalabalığı gördü bütün herkes oraya toplanmıştı sanki küçücük köydü nede olsa. 
  
  ağır adımlarla yürüyordu artık sakince düşünmesi gerekliydi böyle bir durumla daha önce karşılamamıştı ne yapacağını bilmiyordu ve o daha neyle karışılacağını bile bilmiyordu düşünmeyi bırakıp tekrar büyük adımlarla indi patika yolun yokuşunu yola inmiş daha bir adım atmıştı ki amcası koluna yapıştı hemen "nereye gidiyorsun sen buraya gel" dedi kolunu acıtıyordu ve o acıttığının farkında değildi gözlerinde yaştan eser yoktu hiç ağlamazdı babası öldüğünde de hiç ağlamamıştı soğuk kanlı amerikan seri katillerinden bir hava vardı onda. "ne oldu amca yavuz bir şeyler zırvaladı annem hüngür hüngür ağlayarak eve geldi ne oluyor kim adam gibi durup durumu açıklayacak" bağırıyordu farkında olmadan herkes onlara dönmüştü ve herkesin gözlerine yağmur bulutları uğramıştı. bu manzarayı da görünce bir dirsek darbesi vurdu amcasının boşluğuna sıyırdı kolunu ellerinin arasından kalabalığın arasından geçti doktoru ve hemşireleri gördü önlerinde babası yatıyordu emekli uzman çavuş memduh düzgün silahlar hakkında her boku bilen adam umarım vurulmamıştır diye geçirdi içinden büyük rezillikti sonra soğuk kanlılığına şaşırıp kendinden utandı. 
  
  ellerini hemşirenin omuzuna koyup "nasıl olmuş" diye sordu. "ben oğluyum" diye ekledi. doktorlara soru sormazdı onlar kendilerini beğenmişin tekiydiler onları tatmin etmemek için duygularını okşamamak için bu soruyu bile sormazdı prensipler böyle anlarda kalıcılık kazanırdı. doktor döndü "anlatılana göre silahı ateş almamış karşısından gelen yaban domuzu boynuzunu karnına saplamış açılan yara büyük olduğundan kan kaybından ölmüş. net sonuç otopsiden sonra belli olur ancak. başın sağ olsun" dedi. yavuzun neden kendini suçladığını anlamıştı 'kesin babamın yakınında bir yerdedir her zaman olduğu gibi -işin en ince ayrıntısına kadar öğrenecek ya it iki metre önüne şişe koysan vuramaz avı dilinden düşürmez kesin görmüştür olayı nişan almış ateş etmiştir vuramamıştır hayvanı adım gibi biliyorum bak' dedi kendi kendine eve çıkıp öldürene kadar tekmelemeyi düşündü ama hala orada olacağına ihtimal vermiyordu "çoktan sınırı geçmiştir" dedi amcasına bakıp onunda olayı gördüğünden emindi. ağlamaya çalıştı olmuyordu öfkesi acısından büyüktü ava giden bütün sülalesini tutukluk yapıldı diyen silahla bu mu lan bu mu diyerek vurma fikrini kafasından atamıyordu. kanlı sahneler korkunçtu ama hayal gücüde taktire değerdi. 
  
  doktora bir cevap vermediğini fark ettiğini 'kafanın içinden geçenleri biliyorum' der gibi bakıyordu ona ellerini beyaz önlüğünün cebine sokmuş 'yine o siktiğim çok bilmiş tavırlar' sabrı taşıyordu. "neyi bekliyorsun doktor teşhir amaçlı bir  gösterim mi yapılıyor burda kaldırsana adamı götürsene biran önce nereye götüreceksen" diye inledi kalabalığın ortasında herkes ona dönmüş yazık yazık diye iç geçiren tavırlarla bakıyorlardı "sizde kaybolun lan can verecek varsa buyursun gelsin yoksa siktin gidin" hayatı boyunca toplum içinde kurmadığı kadar cümle kurmuş ve yarısından fazlasında küfür etmişti hiç iyi bir başlangıç değildi topluluğa karışmak onlar gibi olmak için belkide şansını toptan yitirmişti. kimsenin onu dinlediği yoktu ne bir giden nede gelip can veren vardı amcası koluna yapıştı "ne yapıyorsun lan sen kafayı mı yedin baban öldü oğlum baban sen farkında mısın" dedi daha konuşmaya bitirmeye niyeti yoktu belliydi "sen farkında mısın kardeşin öldü hemde o haşere oğlun yüzünden" yüzü pastel renkli bir duvar gibiydi amcasının hiçbir şey diyemedi tam on ikiden vurmuştu. "doktor savcıyı bekliyor keyfinden değil" dedi altta kalmamak istercesine ve bunun farkına varmıştı bülent bir yumruk atmayı düşündü vazgeçti. babasından rol çalıyordu bugün onun günüydü oysa daha şimdiden babasının ölümünün nasıl olduğundan daha çok onun bu davranışları konuşulacaktı farkına vardı utandı bugün yeterince utandığını düşüncü vicdanı her şeye rağmen rahattı. 
  
  köşeye geçip oturdu yolun kenarında sinirleri gevşemeye başlamıştı sinirleri gevşedikçe sanki gözlerinin muslukları sızdırmaya başlamıştı ağlıyordu hemde salya sümük bu hengamede unutulup gidiyordu kalabalık arasından birisi çıktı geldi az önce ellerine omuzuna koyduğu hemşireydi. selpak uzattı "çok üzüldüm başın sağ olsun" dedi yanına oturdu beyaz pantolonuna aldırmadan. az önce ettiği küfürler için teker teker yeniden pişman oldu yeniden kendinden utandı. "aslında böyle birisi değilim" dedi kedi miyavlaması kadar alçak bir sesle. "aslında ben aslında ben babam hiç ölmez sanıyordum hele ki bir avda onun gibi silahlardan anlayan birisi onun gibi bir asker nasıl oldu hiç anlamadım" ona sarılsın diye bekledi önce sonra erkekliğinden utandı bir kaç metre ötede babası yatıyordu kansız cansız vedasını etmeden gitmiş babası. hemşire sarıldı ona. ağlıyordu üstelik. omuzunda ağlayan ilk kadın olmuştu aşık olmak için daha neyi bekliyordu. zaten emrah serbes'i okuduğundan beri babası öldüğü gün birine aşık olmayı bekliyordu ama babasının ölmesini değil. 
  
  gelen hemşire elvandı babası öldüğü gün birine aşık olmuştu hayatında ilk kez bir olay istediği şekilde ilerlemişti ve bunun aslında ne kadar boktan bir istek olduğunu anlamıştı. herkes kadar oda suçluydu artık Allah herkese bir mucize şansı vermiş oda bunu elvana aşık olmak olmak için kullanmıştı -babası öldüğü gün birine aşık olmak için elvan onun şanssızlığıydı.